top of page

Adım Adım Zürih Tarihi Kent Merkezi Turu ve Hikayeleri

Avrupa'da en sevdiğim şehirlerin başında Zürih geliyor. İçinden geçen Limmat ve Sihl nehirleri, şehrin bir ucunu oluşturan Zürih Gölü, tarihi kent merkezinin canlı hayatı ve keyifli sokakları ile Avrupa'nın diğer baş şehirlerinden çok daha yaşanabilir geliyor bana. Belki de İsviçre Alpleri turlarımızın genellikle buradan başlaması da bunda etkili rol oynuyor olabilir. Bu yazıda yıllar içinde yaptığım turlarda oluşturduğum güzel bir Zürih tarihi kent merkezi rotasını sizlerle paylaşıp Zürih'in tarihi, kültürü, hem de sokakları hakkında bir şeyler paylaşacağım. Özellikle şehri kendi başına gezmek isteyenler için profesyonel bir rehberden şehir turu yazısı kaynağı olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Gidemeyenler de fotoğraflarla şehri gezmiş kadar olup şehir hakkında ortamlarda iddialı bilgilerle eş dosta hava atabilir :) Zor bir işe kalkıştım, bakalım bir şeye benzeyecek mi?


Öncelikle rotamız merkezi tren istasyonundan (Zürih HB) başlıyor ve yürüyerek yaklaşlık olarak 4 saatte tamamlanabiliyor. Ben de tur aracımızı merkez tren istasyonunun yakınındaki otobüs terminali otoparkına bırakıyorum ve buradan grupla başlıyorum yürümeye. İlk durağımız hemen tren istasyonunun ana kapısının önündeki meydanın tam ortasında yer alan Alfred Escher heykeli. Şehrin en önemli yerine heykeli dikilecek kadar İsviçre'ye muazzam katkılarda bulunmuş bu kişi kimmiş inceleyelim:

Alfred Escher 19. yüzyılda yaşamış politikacı, iş insanı ve tren yolu işletmecisi. İsviçre'nin en hızlı geliştiği döneme liderlik etmiş, ülkeye yaptığı etki başkasıyla ölçülemez bir şahsiyet. İsviçre'nin en çok övündüğü şeyler olan tren hatları, politeknik okulları ve bankalarının kurucusu. Escher'in 19. yüzyılda kurduğu bu üç ayak İsviçre'ye çağ atlatmış ve hala lokomotifi konumunda.


Endüstri devriminden sonra buharlı lokomotiflerin ortaya çıkmasıyla Avrupa resmen hızlı bir şekilde demir ağlarla örülmeye başlanıyor. Ülkeler birbirleriyle demiryolu inşaası yarışında ve bütün Avrupa ülkeleri aralarında demiryolları inşa ediyor. Bu demiryollarının karşısına İsviçre çıkınca rotalar ülkenin etrafında dolanmaya başlıyor ama hiçbiri İsviçre'nin içinden geçmiyor. Ülkenin hayli engebeli arazisi demiryolu inşaası için büyük zorluk ve maddi yük doğurduğu için hiçbir ülke demiryolu hattının İsviçre'den geçmesini istemiyor. Bu durum Escher'in canını fazlasıyla sıkmaya yetiyor. Modernitenin İsviçre'yi pas geçeceğini düşünüyor. Bunun üzerine demiryolu şirketi kuruyor ve bu sektörün özel iştirakların eline bırakılması için büyük çaba harcıyor. Ülkenin ilk demiryolları da Escher sayesinde kurulmaya başlanıyor. Escher bütün ömrünü bu işe adıyor ve dünyanın en meşhur demiryolu tünellerinden olan Gotthard Tüneli'nin de projesini bizzat kendisi yürütüyor. İsviçre günümüzde dağ zirvelerine kadar ulaşan mühendislik harikası trenleri ve tren hatlarıyla biliniyor.

Hızla inşa edilmesi gereken demiryolu hatları beraberinde kalifiye eleman ve mühendis açığı doğurmaya başlıyor. Escher hemen teknik bir üniversite kurulması ve bu gelişmeye destek olması fikriyle geliyor. Bu sayede 1854'te Zürih Politeknik kurulmuş oluyor. ETH Zurich ismiyle bilinen üniversite günümüzde dünyanın en iyi ilk 10 okulu arasında ve Einstein'ın da aralarında bulunduğu, burada okumuş 20'den fazla biliminsanı Nobel ödülüne sahip.

Bu hızlı tren yolu projeleri bir başka sorunu daha beraberinde getiriyor. O da devasa projelerin ihtiyaç duyduğu finansman. O dönemde bu pahalı projelere kredi verebilecek bir bankacılık sistemi yok. Haliyle paranın dışarıdan bulunması gerekiyor. Bu durum da beraberinde dış kaynakların İsviçre demiryollarında söz hakkına sahip olması anlamına geliyor. Dış güçlerden bağımsız, milli bir endüstri yaratmak isteyen Escher öncelikle kendi projelerine kaynak sağlamak için Credit Suisse'i kuruyor. Günümüzde Credit Suisse dünyanın en güvenilir, en güçlü ve prestijli bankalarından biri.

Bakın çoğu insanın bilmeden, farketmeden önünden geçtiği bir heykel sayesinde İsviçre ekonomisi ve eğitimi hakkında ne kadar çok şey öğrendik. Bütün bunları aklımızda tutup Escher'in baktığı yön boyunca ilerleyip Avrupa'nın en pahalı, dünyanın ise üçüncü pahalı caddesi olan Bahnhofstrasse'ye varıyoruz. Burada en lüks markalar birbiri ardına sıralanıyor. Bu caddenin başı aynı zamanda Zürih tarihi kent merkezinin de sınırını oluşturuyor. Cadde boyunca ilerledikten sonra sağımızda bulunan Sihlstrasse'ye sapıyoruz. Burada 123 yıldır kesintisiz açık olan, Guinness Rekorlar Kitabı'na göre dünyanın en eski vejetaryen restoranı Haus Hiltl'i görüyoruz. Sonrasında Parade Meydanı'na ilerliyoruz ve burada bulunan Confiserie Sprüngli'nin meşhur makaronları nam-ı diğer "Luxemburgerli"lerinden tadıyoruz ve İsviçre çikolatası ile ilk tanışmamız böyle gerçekleşiyor.

Paradeplatz (Geçit Töreni Meydanı) ülkenin en güçlü bankalarının merkez binalarına ev sahipliği yapıyor. Önceleri burada domuz ve hayvan satılmasından dolayı adı Domuz Meydanı olan meydan para babalarının buraya yerleşmesinden sonra haliyle ismini değiştirmiş. Meydanın hemen karşı tarafında Juno Çeşmesi yer alıyor. Zürih çeşmeleri ile meşhur şehirlerden biri ve burada gerçekten ama gerçekten çok fazla güzel çeşme bulunuyor. Şehrin çeşmelerini fotoğraflayıp derleyen bir sanatçının hesabına buradan ulaşıp inceleyebilirsiniz. Zürih'in tadına doyulmaz suyundan tadıp Waaggasse sokağından Katedral Meydanı'na (Münsterhof) varıyoruz. Burada hemen sağımızda Kadınlar Katedrali bulunuyor. Katedral 853 yılında aristokrat kadınlar tarafından kurulmuş eski bir manastırın kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Çoğu dini yapıda olduğu gibi kuruluş yerinin seçiminde birçok mucize rol oynamış ve bu nokta seçilmiş.

Kadınlar Katedrali'nin öne çıkan özelliklerinden biri vitrayları. 5 büyük vitray ünlü sanatçı Marc Chagall tarafından yapılmış muazzam bir sanat eseri. Kilisenin karşı duvarında ise aynı ihtişama sahip 9 metre yüksekliğinde Augusto Giacometti tarafından yapılmış vitraylar bulunuyor.


Katedralin dış duvarlarının güneybatı köşesinde küçük bir kemer ve dar bir geçit bulunuyor. Yanyana iki insanın anca sığabileceği kemer sonradan eklenmiş. İsviçre kilise reformunu başlatan ilk reformist ülkelerden biri olduğu için ülkedeki katolik kiliseler birer birer protestan kiliseye geçmiş. Kiliselerin ve din adamlarının ihtişamından, tanrı ile insan arasında adeta bir duvar örmelerinden ve bundan acımasızca çıkar sağlamalarından bıkan insanlar reform hareketini başlattıktan sonra yeni kiliselerini olabildiğince ihtişamdan, gösterişten uzaklaştırmaya çalışmışlar. Bu etki insanların gündelik hayatlarında ve kıyafetlerinde de kendini göstermeye başlamış. Kadınların ibadethanesi olan bu kiliseye de sonradan eklenen bu kemer sayesinde kabarık,gösterişli kıyafetler ile kiliseye girmeleri önlenmeye çalışılmış. Kiliseye ibadete gelen bir kadın eğer bu dar geçitten kıyafetleri engel olmadan rahatça geçebiliyorsa kiliseye uygun olduğu anlamına geliyormuş. Konu din olunca sanat, savaş ve felsefe hikayeleri gerçekten bitmek bilmiyor ve Zürih'te biraz sonra yine karşımıza başka başka hikayeler çıkacak. Şimdilik kiliseden ayrılıp meydanın karışısındaki Storchengasse sokağına giriyoruz.


Storchengasse de Zürih'in dar, şirin, tarihi sokaklarından biri. Bahnhofstrasse kadar olmasa da burada şık butikler bulunuyor. Biraz bu sokakta ilerledikten sonra solumuzda daracık, merdivenli bir sokak beliriyor ve buraya doğru meylediyoruz: Thermengasse.


Ben bu sokağa ilk olarak rehberli "Roma Dönemi Zürih" turuyla gelmiştim. Şehri keşfederken, hikayelerimi toplarken yaptığım bir sürü turdan biriydi. Oldukça tarihi bir şehir olduğunu, hatta Romalılar tarafından kurulduğunu biliyordum. O yüzden her yerde karşıma çıkan "Roma Dönemi Zürih" turlarından birine katıldım. Tur rehberi oldukça bilgili, mesleğini çok sevdiği her halinden anlaşılan, profesör edalı bir kişiydi. Bir süre hayali Zürih sokaklarında ilerledikten ve Zürih şehrinin kurulma hikayelerini dinledikten sonra oldukça kalabalık olan grubu zar zor sığdırabildiği daracık Thermengasse geçitine gelmiştik.

Duvarlardaki tabelaları okurken ayağımın altındaki demir mazgallardan baktığımda "üç beş taş parçası"ndan başka bir şey görememiştim. Halbuki burası Roma dönemi hamam kalıntısıymış ve şehirdeki Roma izlerini sürebileceğimiz en önemli noktaymış. Tabii Türkiye, Kuzey Afrika ve İtalya'daki birçok antik Roma şehrini görmüş biri olarak beni hiçbir şekilde etkilemedi. Hemen "püfff bu muymuş bunca saat anlattığı" moduna girsem de topluluğun tepkisine ve atfettikleri ciddiyete hayran kalıp nasıl da dikkatlice dinlediklerini izlemeye koyuldum. Sonra da "bu kadar küçük ve önemsiz bir kalıntıyı nasıl iyi işleyen bir tura dönüştürebildiklerini düşünüp "biz acaba nerede yanlış yapıyoruz?" diye hem kendimi, hem de Türkiye'yi sorguladım. Neyse, işte Thermengasse de böyle bir yer. Anlatmak istedim. Buradan merdivenleri çıktıktan sonra Schlüsselgasse'ye varıyoruz.

Kelime anlamı olarak Anahtar Sokağı anlamını taşıyor. Almanca konuşan ülkelerde (Almanya, İsviçre, Avusturya) Napolyon zamanına kadar bina numarası kullanılmazmış. Onun yerine evlere herkes istediği, kendisi için anlam taşıyan isimler koyarmış ve bu isimleri de evin ön duvarına güzel güzel yazmaya bayılırlarmış. Bu ülkelerin tarihi kentlerinde dolaşırken genellikle üst katlarda isimleri ve yanında da tarihleri görürsünüz. Bu sokak da adını 8 numarada bulunan "Anahtar" evinden almış. 1551 yılında adını ve anahtar sembolünü duvarına işleyen ev sahibi bu hareketiyle evini cennetin ve cehennemin kilidini elinde tutan Aziz Petrus'a adamış.


Schlüsselgasse ilerleyince hemen solunuzda St. Peter Kilisesi bulunuyor. Bu kilise Zürih'in ayakta kalan en eski kilisesi. Yaklaşık 1300 yıllık kilisenin şehrin her yerini göre kulesi 1911'e kadar yangın kulesi olarak kullanılmış. Ayrıca üzerindeki saat ise çapı itibariyle Avrupa'nın en büyük saati ünvanına sahip.

Özellikle Almanca konuşan ülkelerde Peter'e adanmış birçok kilise bulabilirsiniz. Aziz Peter'i biz Türkiye'de Aziz Petrus olarak tanıyoruz. Kendisi Hz. İsa'nın 12 havarisinden biri ve Hristiyanlığın yayılmasına muazzam katkılarda bulunmuş bir kişi. Daha sonraları Hz. İsa gibi Roma askerleri tarafından çarmıha gerilerek öldürülmüş. Aziz Petrus Hristiyanlık aleminin ilk papası olarak kabul ediliyor ve aynı zamanda da Hristiyanlığın ilk beş kilisesinden biri olan Antakya Kilisesi'nin de kurucusu. Vatikan'ın kuruluş aşamasında da çok büyük önem taşıyor ama daha fazla detay vermeden şehir gezimize devam ediyorum.


Kilisenin önünde çok tatlı basamaklar ve şirin bir meydan bulunuyor. Özellikle sıcak yaz aylarında serinlemek için oldukça uygun bir nokta. Burada yürüyüşün ilk molasını verip hemen solda bulunan dar St. Peterhofstatt Sokağı'na giriyoruz ve girişte hemen dış cephe süslemesi ile oldukça güzel bir bina bizi karşılıyor.

Binanın dış duvar süslemesinde, üst kısımda 1778-1784 yılları arasında Johann Caspar Lavater'in yaşadığı yazıyor. Lavater çok ilginç bir kişilik. Burada ondan biraz söz etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.



Şair, yazar, filozof Lavater kafayı fizyonomiye takmış bir kişi. Fizyonomi Wikipedia'ya göre kısaca "vücutta bulunan kusurları uzmanca incelemeyi ifade etmektedir. Genellikle yüz okuma olarak bilinir. Özellikle insan yüzünde görünen özellikleri tanımlayıp soyut kavramları açıklamak olarak da özetlenebilir." Fizyonominin ilk örneği Antik Yunan'da M.Ö. 5. yüzyılda Zopyre isimli bir filozofun Sokrates'in yüz hatlarını inceleyip onu "kaba saba, zevke düşkün, aptal bir sarhoş" olarak tanımlamasıyla ortaya çıkmış. Sokrates de bu iddialara "“Doğal olarak tüm bu kötülüklere eğilimliyim: ama erdemin sürekli uygulan- masıyla, hatalarımı düzeltmeyi ve eğilimlerimi ortadan kaldırmayı başardım” diye kendini temize çıkarıyor.

Lavater de her gördüğü insan yüzünü inceleyerek kendini bu konuda geliştirmeye çalışıyor. İnsanların yüzlerinde karakterleri ile ilgili Tanrı tarafından çizilmiş hatların bulunduğunu düşünüyor. Lavater'in yazdığı "İnsanları Yüzlerinden Tanıma Sanatı" kitabı Avrupa'yı o dönem oldukça etkilemiş. Örneğin Balzac kitaplarında insan karakterlerini betimlerken Lavater'i referans gösterip "aynen Lavater'in dediği gibi çapraz ön dişleri olan bu adamın kaderinde cinayet olduğu açıkça görülüyordu" diyor. Daha çok örnek verebilirim ama ilgilenenler kendileri araştırabilir. Ben Lavater'i çok ilginç bulmuştum. Buranın önünden her geçtiğimde gözümde hemen Lavater'in insanları nasıl analiz etmeye çalıştığı canlanıyor ve sonraki yarım saat boyunca suratları incelemeye koyuluyorum.


Neyse, biz yolumuza devam edelim. Lavater'in evinin önünden geçip hafif sağa meylettikten sonra tarihi Zürih'in ana caddesi olan Rennweg'e varmış oluyoruz. Burası yüzyıllarca şehrin merkezini oluşturmuş. Almanca konuşan ülkelerde birçok Rennweg görebiliyoruz. "At arabalarının işlediği sokak" anlamına geliyor. Şimdinin tramvay caddelerine denk olduğunu söyleyebilirim. Burada yine şehrin prestijli dükkanları bulunuyor. Trafiğe kapalı caddede yürümek, etraftaki duvarları süslü binalara bakmak oldukça keyif verici. Yine sokağı çeşmeler ve İsviçre'nin kanton bayrakları süslüyor. Rennweg'de ilerleyip ilk sokak kesişimine geldiğimizde önümüzde bir su kuyusu ve sağımızda yokuş yukarı çıkan Fortunagasse Sokağı bulunuyor. Yokuş yukarı çıkmaya başladığımızda sağımızda Lindenhof'un duvarları beliriyor ve az ileride de sağda girişi bulunuyor. Lindenhof şehrin ilk kurulduğu nokta. Tepede yer alması nedeniyle aşağıdaki Limmat Nehri'ni ve şehri iyi görebileceğiniz, güzel bir seyir terası.

Roma'da ticaret yolları üzerinden bulunan Zürih (o zamanlar şehrin adı Turīcum) özellikle vergi toplama hususunda çok kritik bir noktaymış. Romalılar da Lindenhof'a kurulmuşlar ve gelen geçenden para toplamışlar. Sonra şehir Lindenhof etrafında genişleyerek büyümüş. Havanın güzel olduğu günlerde burası dolup taşıyor desem yeridir. İnsanlar duvarlara oturup bu güzel şehri seyre dalıyorlar.

Lindenhof'un en ilginç noktası bence bu fotoğraftaki Hedwig Çeşmesi ve üzerindeki "Asker Kadın" heykeli. Şehrin kadınlarını onore etmek için 1912 yılında inşa edilmiş. Zürih bağımsız şehrinin Alman Dükü I Albert ve beraberindeki Habsburg ordusunu basit bir numarayla nasıl alt ettiklerini anlatıyor. 1292 yılında şehrin bütün erkekleri Winterthur'da başka bir savaşın içerisindeyken bunu fırsat bilen Albert Zürih'e saldırmak için hazırlıklarını yapıyor. Şehrin kapılarına dayandığında içeride hazır bekleyen binlerce tam donanımlı askeri gördükten sonra "ulan bu adamlar savaşta değil miydi? Şimdi nereden çıktı bunlar?" diye düşünüyor ve saldırmaktan vazgeçiyor. Erkek asker kılığına girmiş binlerce kadın da erkekler şehirde yokken vatanlarını ufak bir numara ile savunmuş oluyorlar ve Habsburg ordusuna unutamayacakları bir ders veriyorlar. Turumuzdaki ikinci kısa molamızı da kahraman kadınların çeşmesinden su içtikten sonra Zürih'i tepeden izleyerek yapıyoruz.


Lindenhof'a girdiğimiz kapının tam karşısındaki kapıdan çıkıp Pfalzgasse'den sola dönüp Wohllebgasse'ye giriyoruz ve aşağıya doğru inmeye başlıyoruz. Zürih'in en güzel köşelerinden biri burası. Zhampagneria Restoran'a vardığımızda hemen sağımızda daracık Schipfe geçidi bulunuyor. Limmat Nehri'ne sıfır, üstü yarı açık-yarı kapalı bu geçitte yürümek oldukça keyifli. Bu geçit bizi butikler, atölyeler ve dükkanlar arasından kısa bir yürüyüşler Rathausbrücke'ye (Belediye Köprüsü) götürecek. Köprünün üzerinde Cumartesi günleri öğlene kadar kurulan sebze-meyve pazarı nedeniyle bu köprüye Sebze Köprüsü de deniyor. Şehrin tam merkezinde bulunan köprü Weinplatz ile Limmatquai'yi birbirine bağlıyor. Pazar olmadığı günler de birkaç yiyecek-içecek satıcısı bulunuyor. Burada ufak atıştırmalar alınabilir. En önemlisi de etrafında bulunan şirin Belediye Binası, Polis Merkezi ve masmavi Limmat Nehri manzarası ile fotoğraf çekilebilir.

Körpüden şehrin diğer tarafına geçtiğimizde sola dönüyoruz ve Limmat kıyısında ilerliyoruz. Burada nehrin tam kenarında tahta platformlar var, buradan Limmat izlenebilir. Limmat Nehri Zürihliler için oldukça önemli. Zürih Gölü'nden doğan nehir 35 kilometre ilerledikten sonra İsviçre'nin en uzun nehri Aare'ye bağlanıyor. Yani yaygın inanışın aksine nehir göle dökülmüyor; gölden başlayıp ters istikamete doğru ilerliyor. Her sene Ağustos ayında Limmat boyunca Zürih Gölü'ne kadar yüzme yarışı yapılıyor. Şehrin en önemli aktivitelerinden biri ve izlemesi de oldukça keyifli.


Limmat'ın karşı yakasında nehir solumuzda olacak şekilde yürüdüğümüzde adı Weingasse olan sağdan dördüncü sokağa giriyoruz. Bu dar sokak bizi ufak bir iç meydana çıkaracak. İşte böylece Rosenhof'a varmış oluyoruz. Şehrin en güzel meydanlarından biri olan Rosenhof yaz aylarında her gün kurulan, el işçiliğinden çiçeğe, ikinci el ev eşyalarından sanat ürünlerine kadar birçok ürünün satıldığı pazarı ile meşhur. Ayrıca etrafta birkaç restoran da bulunuyor. Ama buradaki restoranlarda yemek yemenizi önermiyorum (turistik). Tam karşımızda iki üç basamakla başlayan dar bir geçit var. Oradan devam edip Niederdorfstrasse'ye varıyoruz. Solumuzda hemen birkaç adım ileride Hirschenplatz (Geyik Meydanı) var. Meydan ismini muhtemelen buradaki geyiklere adanan bir evden alıyor. Burada onlarca hediyelik eşya ve restoran bulunuyor. Biz buradan hemen meydanın başındaki Brunngasse'ye giriyoruz.


Bu sokağın 8 numaralı binası şehirde çok meşhur. 1996 yılında binada yapılan bir renovasyon sırasında, duvarların alt katmanında duvar resimlerine rastlandı. 1330 yılında yapıldığı tahmin edilen resimler Alman İmparatorluğu'nda Yahudi tarihine kadar birçok tarihi olayı anlatıyor. Zengin bir ailenin kendi evlerinin salonunun duvarlarına yaptırdığı resimler bunlar. Yani ne bir saray, ne de bir kilise; müthiş bir sivil mimari örneği. Düşünsenize bir eve taşınıyorsunuz; ki o ev en az 700 senedir orada. Sonra renovasyon yaparken duvarlarda böyle resimlerle karşılaşıyorsunuz ve birden 700 senedir o odada yaşanmışlıkları hayal etmeye başlıyorsunuz. Avrupa'yı Avrupa yapan şeylerden biri bunlar. Köklülük, koruma ve gelecek nesillere aktarma. Ev ile ilgili bir linki buraya ekliyorum. Metinler Almanca ama en azından fotoğraflara bakarak ne anlatmak istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz.


Biz Brunngasse'den biraz daha ilerleyip Prediger Kilisesi'ne ve Zahringer Meydanı'na varıyoruz. Burası şehrin biraz sorunlu noktalarından biri. Özellikle akşamları seks işçilerinin ve uyuşturucu satıcılarının mesken edindiği bir nokta. Tehlikeli olduğu için söylemiyorum. Zürih dünyanın en güvenli şehirlerinden biri. Burada kimse sizin peşinize takılmaz ya da sizi rahatsız etmez. Bu bahsettiğim iki grup ile bilinçli olarak göz teması kurmadığınızda size "merhaba" bile demezler. Bu bölge aynı zamanda tarihi kent merkezinin sınırını oluşturuyor ve buradan sonra daha modern yerleşimler başlıyor.

Biz hemen sağımızda bulunan bana göre şehrin en tatlı sokağı olan Predigergasse'ye giriyoruz. Farkettiyseniz bazı sokakların adı "Strasse" ilen bazıları "Gasse". Strasseler genellile biraz daha geniş; Gasseler de dar geçitleri tanımlamak için kullanılıyor. Predigergasse alt katları tatlı dükkanların, üst katları da genellikle bu dükkan sahiplerinin yaşadığı evleri oluşturan sevimli bir sokak. Dükkanları normalde açık bulmanız zor. Her birinin camında numarası ya da duvarında zili vardır. Bu şekilde iletişim kurabilirsiniz. Şehrin bu tatlı sokağı ileride bizi Neumarkt Sokağı'na çıkaracak. Burası da yine benim şehrin en sevdiğim köşelerinden, özlediğimi farkettim şu an.


Neumarkt (Yeni Pazar) şehrin en güzel meydanı benim için. Gezdirdiğim her grup benim burayı ne kadar çok sevdiğimi biliyordur. Neumarkt'ta sağda bir tiyatro bulunuyor. Buraya iki defa gelmiştim. İkisi de müthiş modern, biraz sert ve sorgulayıcı, tam bir büyük şehir tiyatrosuydu. Berlin'deki Maksim Gorki Tiyatrosu'na benzettim ben. Tiyatronun karşısında şehir arşivi bulunuyor. Asıl en sevdiğim tarafı içi meydanda bulunan ufak çeşme ve havuz, onun etrafına sandalye ve masalarını atmış olan Kantorei Restoran. Burada mümkünse çeşme yanında bir masaya oturup saatlerce çay kahve içip bir şeyler okumaya bayılıyorum. Yani Zürih turu olduğunda "süper, gidip Kantorei'de biraz oturacağım" diye seviniyorum en çok. Yakında kavuşacağız inşallah.


Restoranın bulunduğu kırmızı bina eski şarap mahzeni. Yine alt katlarında 600-700 yıllık duvar resimleri bulunuyor. Binanın solunda dar bir geçit var. İsmi Spiegelgasse. Bu kısa ve daracık sokakta neler olmuş neler...


Sokağa girer girmez hemen sağda İran halıları satan ve onaran, işinin eri bir zanaatkar bulunuyor. Onun hemen bitişiğindeki dükkanda antik kitaplar satılıyor. Bu ikisine "window shopping" yaptıktan sonra devam ediyoruz ve sokağın 16 numarasına varıyoruz. Burası ilk katının cephesi rengarenk, art nouveau usülünde süslenmiş, görmeden geçilmesi zor bir yer. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasında kalan dönemde meşhur kabarelerin en güzel örneklerinden biri burada yer alıyormuş. Hemen onun yanındaki 14 numaralı evin üzerinde "Lenin'in Evi" yazıyor. 1916/1917 yıllarında Rusya'ya girişi engellenen Lenin ve eşi Nadezhda Konstantinovna Krupskaya burada yaşamış. Lenin devrime buradan önderlik etmiş. Daha sonra Almanya'nın Rusya'daki savaş karşıtlarını ve devrimcileri desteklemesi üzerine Almanya üzerinden Rusya'ya dönmesine izin verilmiş ve devrimin son aşaması da böylece tamamlanmış. Binanın kendisinin çok bir özelliği yok, içine tur yapılabildiğini de sanmıyorum. Zürih'te tanıştığım biri Lenin'in o zamanlardan kalma banka hesabının hala açık olduğunu, ama içinde ne kadar para olduğunu tabii ki bilemediklerini söyledi. Binanın karşısında çok güzel bir çeşme ve Leuenplatz Meydanı var. Lenin burada yaşarken o meydanın olduğu yerde de binalar varmış ve sokak çok daha darmış. Şimdilerde şehrin çok özel bir noktası ama o zamanlar çok bir albenisi olmayan dar bir sokaktan başka bir şey değilmiş.

Lenin evinin bir yanındaki bina olan 12 numara ise Georg Büchner'in hayatının son aylarını geçirdiği ve 19 Şubat 1837'de 23 yaşında tifüsten öldüğü dairesi yer alıyor. Kısacık ömrüne Danton'un Ölümü, Lenz, Woyzeck gibi eserler sığdırmış ve Alman tiyatrosunun kuruculuğunu üstlenmiş bir şahsiyet kendisi. Gençliğinin baharında ölmemiş olsaydı Goethe ve Schiller'den bile daha ilerici, zengin ve etkili eserler ortaya koyabileceğini düşünen çok fazla insan var. Bundandır ki Almanca konuşan ülkelerinin en önemli edebiyat ödülüne de ismi verilmiş. Üniversite tam hoca olmuşken 23 yaşında buradaki dairesinde tifoya yenik düşmüş.


Georg Büchner'in evini de geçtiğimizde yine küçücük bir meydana ve ortasında bulunan dünyalar güzeli Napfbrunnen çeşmesine varıyoruz. Bu çeşmenin başına adı daha önce geçen Lavater ve Goethe çokça zaman geçirirlermiş. Zaten karşısındaki 11 numarada doğmuş Lavater ve ne zaman çocukluğunun hatıralarını görmek, düşlemek istese buraya gelirmiş. En az birkaç defa Goethe'nin gelip onu burada ziyaret ettiği biliniyor. Daha sonra Goethe ile arası Lavater'ın huysuz karakteri nedeniyle açılmış.


5 numaraya geldiğimizde ise tarihler biraz daha ileriye sarıyor. İsviçre'nin en önemli film ve tiyatro yıldızlarından Emil Hegetschweiler'in evi burası. Sadece evi değil; aynı zamanda Zürih sanatçı çevresinin buluşma noktası. Tam bir fikir kulübü, sanat üretim merkezi ve bağlantı kurma ortamı olarak herkes Emil Hegetschweiler'in çevresinde toplanırmış. Bu çevre 1934 ile 1951 arasında da Kornişon Kabaresi'ni kurmuşlar ve özellikle faşizme ve Hitler'e karşı yoğun bir mücadele içine girmişler. Aynı zamanda İsviçre halkının kayıtsızlığına, konformistliğine ve duyarsızlığına verip veriştirmişler. Gruba ismini veren turşu gibi olmalıymış sözleri. Acısını kendin ayarlayabilirsin ama her zaman asitli ve ağız buruşturan, rahatsız eden, yüz buruşturan olmalıymış mesajları.

Ve artık sokağın son evine geldik: Cabaret Voltaire. Burası Zürih'in ve Avrupa'nın en meşhur kabaresi. 1916 yılında Birinci Dünya Savaşı'nın ortasında Hugo Ball tarafından kurulmuş. Tam bir sanat ve politika meraklılarının buluşma noktası. Uzun geceler boyu Avrupa'nın ne kadar hicivcisi varsa burada toplanır, çoğu zaman dalga geçer, çağın anlamsızlığının üzerine gider ve bazen de sert politik mesajlar verirlermiş. Dönemin "yaramaz" çocukları bunlar: demokrasi, ifade özgürlüğü kavramlarının tam oturmadığı yıllarda ülkelerinin savaş politikalarını, emperyalist gayelerini sonuna kadar eleştiren korkusuz kalemler, Dadaizm'in kurucuları. Aynı zamanda tabuları yıkmak için uğraşan, entellektüel katılığını reddeden, varolan sanatsal düzenin de değişmesi gerektiğini iddia eden bir "garip" grup. Daha sonraki yıllarda evrilerek kendilerini sürrealizmde ifade etmeye başlamışlar. İşte sokağımızın 1 numarası da böyle bir fikir üstüne yıllarca insanların ziyaret ettiği, adeta tepesinde sanat hareleri dolaşan bir bina. Artık Münstergasse Sokağı'na vardık.


Münster aslında biraz daha farklı olsa da "katedral" anlamına geliyor. Bu sokaktan ilerlediğimizde Büyük Katedral'e varıyoruz. Adını da buradan alıyor. Ama katedrale varmadan önce hemen solumuzda "1842 im Haus Conditorei Schober" bulunuyor. Buranın pastaları mükemmel. Turun sonuna yaklaşmışken burada bir kahve-pasta molası veriyoruz. Tam karşımızda da "Schwarzenbach Kolonialwaren" bulunuyor. Burası 1884 yılından beri açık. Özellikle Afrika'da ve Orta Doğu'daki koloni ülkelerinden getirilen malların satıldığı bir dükkan olarak açılmış ve o günden beri hizmetine aynı tarzda devam ediyor. Özellikle tütün ürünleri, kakao, kahve, baharatlar, bazı kıyafetler, kokular çok meşhurmuş. İçeride kek, pasta, şekerleme, çay-kahve satılıyor. En azından penceresinden içeriye göz atmakta fayda var.


Artık buradan biraz daha yürüdükten sonra turumuzun son noktası olan Büyük Katedral'e geliyoruz. Halk arasında "tuzluk karabiberlik" deniyor buraya. Mimarisinde Romanesk, Gotik, Neo Klasik ne ararsanız var. Yıllar içinde sürekli değişen, dönüşen ve eklektik büyüyen bir katedral olduğu için mimari meraklıları uzun uzun vakit geçireceklerdir. Ben de burada fazlaca vakit geçiriyorum ama bu yazıda uzun uzun anlatmayacağım. Sadece Zwingli'den kısaca bahsetmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Huldrych Zwingli İsviçre Protestanlığının lideri ve bu kilisede rahip. Roma'ya ve Katolikliğe başkaldırıyor ve kilisenin halka zulmettiğini, parasına ve canına göz diktiğini, insanları köleleştirdiğini söylüyor. Almanya'da Martin Luther ile birlikte protestanlığı Avrupa'ya yayıyorlar ve sonrasında da mezhep savaşları başlıyor ve Avrupa uzunca bir süre iç savaşlarla çalkalanıyor. Sonrasında da keşif ve aydınlanma çağı geliyor ve Avrupa bugüne ulaşıyor. Martin Luther kadar bilinmese de en az onun kadar Protestanlığa katkısı bulunmuş bir din adamı.


Katedralin önündeki Katedral Köprüsü'ne geldik artık. Buradan Zürih Gölü görünüyor. Akşamüzeri olmuş, hava biraz serinlemiş, gölgeler uzamış, fotoğraf çekmek için güzel bir zaman. Hatta serin bir akşamüzeri birası içmek için mükemmel bir zaman. Ben "Bauschänzli" bira bahçesine gidiyorum, isteyenler benimle gelebilir. İstemeyenler de Zürih Gölü'nün manzarasını izlerken yorgunluğunu atabilir. Çünkü biraz sonra buradan çıkıp İsviçre Alpleri'ne doğru yol alacağız ve 4 günlük inanılmaz manzaralarda sabah akşam o orman senin, bu göl benim buzul, şelale, vadi, dağ köyü, mandıra mandıra yürüyeceğiz.


İsviçre Alpleri'nde bir gün görüşmek dileğiyle. Tüm bu anlattıklarım ve daha fazlası için: https://www.mountainandroads.com/isvicre

818 görüntüleme0 yorum
bottom of page